Friday, April 9, 2010

Okay guys, I give up!

4 months almost, no post. And while thinking that I need atleast 2 pages/day to write here (which is the minimum amount, and without boring details) what happened during last 4 months, well, I would need a lot of time and a new pair of eyes.

So I give up. Yes, I wont try to catch it up here... I will just write now, about now. I'm quite sure that I will provoke myself to make myself mention all the amazingly real stuff happened to me recently, but I will do my best to stop myself from provokating myself.

Now I'm in a eco-house. Arrived here 2 weeks ago. It's a two story wood building and it is more then perfect. I live on the edge of the forest. I'm working on a project about eco-villages. I stay in that house, and alone. I'm free to do whatever I want, do wake up and go to sleep and to watch a movie or whatever, whenever I want. I'm free to walk in the house as I want (naked, semi-naked, semi-dressed). I'm also free to go, whenever and if I want, to watch people working in the wood workshop, or to have a mountainbike ride in the forest behind me, or to join the "fika" (coffee bread, swedish style), or to eat...


I'm so free to do whatever I want that it started to give pain. Really. Of course not, just kidding. Or maybe not. No, I'm not not kidding. I'm so f.king free, working on something I love, spending almost no money to survive, going to some country every month or twice a month (for the meetings of the organizations in which I have some... responsabilities, lets say. and yeah, they pay the costs. Otherwise I'm a poor man, no money to travel around all the time). Well I guess that's "as you sow, so you shall reap" . Or; "You lucky bastard".

Well, that's it. Actually the idea to write a post here came to me when I was thinnking (and writing, for some other purpose) how I finish stuff 2 minutes before they should be done. Well, I'm not exagerating. And that's not an "exceptional" situation for me. Few simple examples :

A) Finished 10 page paper and uploaded just 2 minutes before the absolute deadline (because if you miss it even with a second, the system is down, so you can not upload it). Actually we had 3 weeks to write it down, but I started to write it down night before.  So somehow I managed to organize a "16 hours lenght timeline with a 2 min. risk margin". By the way, I had an A+ from that paper afterwhile, while half of the class failed the course. Of course, the main idea is : Wow, I'm so smart. No fella, we're talking about time management here.


B) Moved out of my house, put all my stuff to my friends' place, cleaned it, went to the train station to leave for abroad. (Thinking of I was going to go thousand of km by train, if I miss one train, I would be fucked up). I reached the station, threw myself on board, and train has left. I made it in last 15-20 sec. And the thing is that I didnt have a single moment of stopping for the last 6 hours of moving out, cleaning and running to train station... So somehow I managed to organize a "6 hour lenght timeline with a 15-20 sec of risk margin"

To finish, I have to point out that Case A happened 5 times to me in my last 6 months, and Case B  happened 2 times (exactly the same), in my last 5 months.

I dont' know how that happens. But there is one thing I know : Along the all extraordinary stuff I witnessed in my life, and I did a big bunch of them, that's the most exciting one for me, ujust because it stands as a proof of how human perception have a limitless power. Perception (or heart, or spirit, or love, or whatever) because, let me say, I never worry about if I'm going to miss something. I calculate the time sometimes, but never worry. I always know that I'm going to make it in the last 34 miliseconds. And I do. Just because "I know I will".


I guess they're not deer, but gazelle maybe?









Monday, December 28, 2009

Bonus Track : "How does it make you feel?"

 I can not catch my life nowadays. I guess it's something good.
But not for this blog. I'm really behind the track now, and guess will need sometime to catch it up, if I ever can.
And this time, here I go with a special part. In turkish that time. That's a long e-mail that I wrote to some of my friends and family; I guess it make sense to share it here.

Smile.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Yazan kişiye sorarlar, adettendir : “Neden yazıyorsun?” derler. Bi' cevap ararsın, kimi zaman bulur gibi olursun birşeyler, kimi zamansa elin boş dönersin.
Ben bir değil, birden fazla cevabın olduğuna inananlardanım. Bugün hayatını kazanmak için yazan kişi, yarın bir de bakmışsın derdinden kurtulmak için yazıyor. Dün de yapacak başka bir şeyi olmadığı için yazmış mesela.

Kimi zamansa çatlamamak için yazarsın. Yazmasan çatlayacaksındır.

Aralık 26. Gece yarısını geçeli yarım saat olmuş daha, bilgisayarımın sağ alt köşesinde görmesem saat ve tarihten haberim de olmayacak zaten.Geniş “misafir odası” boş, yan odadaki radyodan bu an ve bu mekanda dinlenebilecek en mükemmel melodiler yükseliyor. Fazla mükemmel.

“Rüyada mıyım?” diye soruyorum arada bir kendime. “Yoksa yeni mi uyandım?”

Sağ elimde bir sigara. Sigara içiyorum. Sarıyorum, içiyorum; sonra bir tane daha sarıyorum. Annem bu satırları okuyacak ve “Eyvah!” diyecek, “Yapma Durukan!”. Meraklanma anne, tütün tütün olalı 20. yy'ın son çeyreğindeki kadar aşağılanmamıştı kimyasallarla dolu sigara paketlerinde. Tanrı tütünü insana zevk vermesi için, insanı durulaştırılması için, barış için, sevgi için yarattı. Ve beyaz adam aceleci arayışçılığıyla tütünü de lanetlemeyi başardı. Benim tek yaptığım tütüne hakettiği saygıyı sunmak şimdi. Sadece şimdi, sadece burada. Sevgi ve dinginlikle, saygı ve barışla.

Çoğunuz benden haber almadınız bir süredir. Bazınız telaşlandı, bazınız merak etti, bazınız bitmek bilmez “yeni” hikayelerimi dinlemek istedi. Bazınızın aklına bile gelmedim, bazınızaysa ufak bi'şey hatırlattı belki beni bir anlığına. Bisikletli bir çocuk, gazetede gördüğünüz bir “iklim değişikliği” haberi, ya da anlamsız, ufacık, herhangi birşey.

Bu satırları okuyan sizler : benim aklıma geldiniz, bilesiniz. Ve hep iyi duygular, güzel hatıralar ve sıcak gülümsemelerle hatırlattınız kendinizi. İstesem de başka türlü hatırlayamazdım zaten sizleri, kötü duygular terkedeli çok oldu beni.

Ucuz edebiyattan bir anlığına sıyrılayım madem ani bir refleksle. Günlük moduna döneyim bir süreliğine.

İsveç'i, yani yeni evimi terkettiğimden beri çok farklı bir üç hafta geçirdim. Neden bilmiyorum, tek bir nedeni var mı bütün bunların; onu da bilmiyorum ya. Ama sanırım esas sebep hiçbir beklentimin olmamasıydı. Beklentiler insanı öldürüyor. İstemekle beklemek arasındaki fark. Aramakla bulmak arasındaki fark. Bakmakla görmek arasındaki fark. Dilinle söylemekle kalbinle seslenmek arasındaki fark.

İsveç'teki son günüm oldukça sıradandı. Sıradan dediysem, benvari bir sıradanlıktan bahsediyorum. Sabah 07:00'de uyanıp 11:09'daki trenime kadar çantamı hazırlamak, evi boşaltmak, fazladan eşyalarımı arkadaşımın evine taşımak, komşumdan ödünç aldığım filmleri geri vermek...Falan filan. Trene her zamanki gibi kalkmasına bir buçuk dakika kala yetiştim. İsveç'in tarlaları ve ormanları arasında saatlerce yol aldım. Kopenhag'a vardığımda nereye gitmem gerektiğini pek biliyor sayılmazdım; bir ara haritaya göz atma şansım olmuştu gerçi. Pusulamı çıkardım, yüzümü Baltık Denizi'nin sert ve insanı uyandıran rüzgarına döndüm, yürüdüm. 12 gün boyunca bana ev olacak kocaman gemiyi ve birkaç arkadaşımı buldum. Sarıldık, sevindik, şaşırdık. Sustuk.

Sonrası... Neresinden tutsam bilmiyorum, elimde kalacak her türlü. İlk beş gün BM'in resmi görüşmelerinin yapıldığı devasa binada ağ kısmında kafam kadar bir delik olan kanvas pantolonum ve t-shirt'imle dolanmakla geçti. Etrafı tanıdım, gelmiş geçmiş en büyük laptop toplaşmasını adımladım. Kucağımda bilgisayar, kulağımda görüşmelerle ilgili son gelişmeleri aktaran sesler (kimi zaman bir yoldaşın heyecanlı konuşması, kimi zamansa telefonda kısık sesle “Ne kadar direnebiliriz bilmiyorum” diyen bir delegenin yakarışları). Bir masal gibi. Binlerce, on binlerce insan. Köşe başı bir eylem, bir yakarış, bir başkaldırı. Zalimlerle mazlumların, çığırtkanlarla mağrurların, kurt politikacılarla kalbinden konuşanların, “eski tas eski hamam”cılarla “sessizce ölmeyeceğiz”cilerin toplaşması. Haftasonu geldi, “eyleme gidiyoruz” dediler. 100.000 kişi toplaşmışız. Eylem lafı beni ürkütür hep. Eylem somurtkandır, eylem kızgındır, eylem öfkelidir. Eylem gülümsemez, eylem dans etmez, eylem yanındakinin yüzüne bakmaz, koluna girdiği yabancıya sarılmaz, eylem ciddidir. Böyle öğretmişler bize, böyle göstermişler bize. Ama öyle olmadı bu sefer. Eylem sekiz saat boyunca dans etti bu sefer, şarkı söyledi, ilk ve muhtemelen son defa gördüğü gül yüzlüye sarıldı. Hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan. Yarını düşünmeden, planlar yapmadan, aramadan. Sadece o anı sonuna kadar yaşayarak. “Anı yaşamak” diye pelesenk etmişiz ya dilimize, işte ondan. Katıksız ama. Kalın ve coşkulu sesimden olsa gerek, televizyonlar geldi yanıma, “Neden buradasınız?” dedi. “Dünyayı değiştirmek için”, dedim. Yaşamaktan zevk alınacak bir dünya yaratmak için.

Sonrası... Neresinden tutsam bilmiyorum, elimde kalacak her türlü. Kesin kalacak bu sefer.

İkinci haftayı Klimaforum'da geçirelim dedik. Hem Bella Center'da istemiyorlar bizi artık, bizim de çok umrumuzdaydı bir avuç ciddi rolü yapan ciddiyetsizle aynı mekanda olmak, dedik. Klimaforum, alternatif toplaşma, “halkların zirvesi”, “Artık yeni evimiz burası olsun”, dedik.. Herşeyin gönüllülerce yürütüldüğü, dünyanın her yerinden gelmiş genç insanların yerlerde çantalarını yastık yapıp yattıkları, herşeyin alabildiğine doğal, alabildiğine “ev”, alabildiğine mutlu, umutlu ve huzurlu olduğu Klimaforum. Toplantılar bile farklı burada; kimse tüm dertlerin anası olan otorite ve ciddiyetten haberdar değil. Herşey, herkese ait; ve herkes herşeye. İnanması güç bir samimiyet, inanması güç bir gerçekçilik var havada. Çömüveriyorsun boş bulduğun yere, yanındakiyle hakiki bir gülümseme. Her an biraz daha farkına varıyorsun yalnız olmadığının. Babam “Dünya'da senin kafanda 10.000 kişi ya var ya yoktur, bir tanesi de şansımıza bize denk geldi” der hep. Gülümsüyorum bunu yazarken, haklıymışsın baba. Bunu söylerken bastırmaya çalıştığın ama bastıramadığın, gizleyemediğin gururunu sonuna kadar, doyana kadar yaşa. Çünkü geleceğin dünyasını o 10.000 kişi kuruyor. Dün 10.000'dik evet, bugünse saymayı bıraktık artık, birbirimizi gördük, hissettik ve yaşadık. Milyonuz artık. Dokunduk birbirimize, her birimizden yayılan akıl almaz coşku ve sevgiyi hissettik. Amansızca. Sevindik, yalnız değiliz, dedik. Perşembe günü kolkola, tanımadığımız insanlarla zincir oluşturmuş polis barikatına doğru yürürken bir kez daha hissettik bunu, en ufak bir öfke duymadık içimizde, en ufak bir şiddet isteği, en ufak bir haksızlık uygusu, en ufak bir korku. Kelimelerim yetersiz, farkındayım. Bütün bunları okuyan kişiden tek dileğimdir : Bana inan. Gelecek biziz, hepimiziz.

Kopenhag'da her an, her saniye yaşadığım mucizeleri anlatmaya bir ara veriyorum. Ne kadar anlatsam, ne kadar yazsam yetersiz kalacak zaten. Bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri Kopenhag'a getirip yemek yapıp, hayrına dağıtan üniversitelilerle paylaştıklarımızı anlatamıyorum. Hayatımda yediğim o en lezzetli, en doyurucu yemekten sonra bulaşığımı yıkadığım leğendeki sıcak suya daldırdığım elimde hissettiğim o paylaşma hissini anlatamıyorum. Yemekten sonra, usul usul yağan kar altında, soğuktan donmamak için nasıl dans ettiğimizi anlatamıyorum. O anki mutluluğu anlatamıyorum. Dansımıza katılan danimarkalı genç kızın yüzündeki şaşkın ve ama hayatım boyunca unutmayacağım ifadeyi de anlatamıyorum. Olmuyor bir türlü. Hep beraber Christiana'ya gidişimizi gecenin bir vakti; danimarkalı kızın bir yanlış anlama yüzünden trende ödediği “kaçak” bilet cezasını anlatamıyorum, o an onu öfkeden deliye döndüren ve “Haksızlık bu!” dedirten duygularını anlatamıyorum. O kızı nasıl sarıp sarmaladığımı, birbirimize nasıl gülümsediğimizi, birbirimize nasıl beklentisiz ve geleceksiz bir sevgiyle baktığımızı anlatamıyorum. Christiana'da, o meşhur “kurtarılmış” mahallede yanan sayısız ateşlerden birine yanaştıktan bir iki dakika sonra “Dostlar, üzgünüm. Bu ateşin başında iki-üç dakikadan fazla duramazsınız, bizim kurallarımızdan biri bu.” diyen genç esrar satıcısının sesindeki doğallığı, samimiyeti, dışarıdan sevimsiz gelebilecek bu cümlenin ardından Esra'yla birbirimize nasıl sarıldığımızı, nasıl sebepsizce sevindiğimizi... Beceremiyorum, anlatamıyorum. Neden bu kadar sevindiğimizi, o cümlede ne bulduğumuzu, o seste ne duyduğumuzu, o yüz ifadesinde ne gördüğümüzü... Anlatamıyorum. Tıpkı Kopenhag'da ayak üstü tanıştığım ve beş dakika içinde can ciğer kuzu sarması haline geldiğimiz insanları, yüzleri, ifadeleri ve sevgiyi anlatamadığım gibi. Beceremiyorum.

Aslında bunları anlatmak için de almamıştım elime bilgisayarımı. Niyetim yarın sabah terkedeceğim ve bir gün ve en azından bir süreliğine geri döneceğimden adım gibi emin olduğum bu yeri anlatmaktı. Herşey birbiriyle bağlantılı işte, ve herşey tek. Bugünü, hatta bu anı anlatmak için oturdum; ve farkettim ki dün başladı herşey. Doğduğum gün belki. Ya da dünyanın yaratıldığı o hafta. Tanrı'nın hikayesi bu sanırım. Varlığından zerre kuşku duymadığım Tanrı'nın.

Simyacı'yı okudum yeniden. Tesadüfen. Tesadüf diye birşey var mı bu dünyada, ona da emin değilim artık gerçi. Bu kadar çok ve güzel mucizenin bu kadar kısa sürede gerçekleşmesini açıklamaya yetmiyor “tesadüf” kavramı zira. Anlatayım.

Elimdeki sınırsız ve ücretsiz interrail tren kartı sağolsun, istediğim an istediğim trene binebilirdim. Cuma sabahına rezervasyon yaptırdım, Hamburg'a doğru yola çıkmak için. Niyetim Stuttgart'a gitmek ve oradaki “eski bir dostu” ziyaret etmekti. Zamanında İstanbul'da misafirimiz olmuş bir kızı. İyi vakit geçirdiğimiz, aynı yatağı paylaştığımız bir dostum, diyelim. Oradan da Sırbistan'a geçecektim bir şekilde, muhtemelen Bosna üzerinden. Sırbistan'ın ünlü Kopaonik Dağı'nda snowboard eğitmeni olan bir dostumla istediğim kadar snowboard yapacaktım orada; ne konaklamaya ne de gerekli ekipmana falan kuruş ödemeden. Israr etmişti dostum, ben de dünden razıydım. Perşembe gecesi Kopenhag'daki Genç Yeşiller Federasyonu grubu olarak “haydi güle güle dostlar” partisi verirken mailimi kontrol ettim. İki mail üst üste, yan yana, kucak kucağa. Biri Sırbistan'daki dostumdan : “Dudu, dostum, bu sene devlet önceden ve acil para istedi bizden. O yüzden gidemiyoruz dağa. Şubatta gidebileceğim anca, o zaman gel?” Olmaz, olamaz. Okulum var, oyum var, buyum var. Hemen yanında bir mail daha, Stuttgart'lı dostumdan : “Dudu, bunu yazdığım için bağışla beni ama çok kötü bir zaman geçiriyorum ve haftasonu yalnız kalmaya ihtiyacım var. Falan filan.” Nasıl yani, e niye çağırdın o zaman?! Ve bir mail daha, yan yana, kucak kucağa diğerleriyle : “Durukan, Almanya'dan ve Berlin yakınlarından geçersen mutlaka Kesselberg'e git.” Kesselberg? Nedir abi o?

Önce Stuttgarlı'ya baktım, skype'dan canlı bağlandım. Nedir, ne değildir. Biliyorum, biraz “farklı” birisi. Tanıyorum artık az çok. Dedim ki, biletimi aldım, geleyim, bir gece kalayım, gideyim. Zaten iki gece kalacaktım, bir gece kalayım. Olur mu? Olur, güzel olur hem de. Dedi. Peki dedim. Partiye döndüm, dans ettik, şarkı söyledik. Eğlendik. Artık beklentisiz, sarhoş olmadan, kendimi kaybetmeden, saplantılarımla boğuşmadan, saplantılarımın esiri olmadan eğlenebiliyorum sanırım; çünkü her an eğleniyorum kendimle ve hayatla. Dans, şarkı, parti lazım değil. Tadı tuzu biberi yalnızca.

Etraf “işaretlerle” dolu. Güzel ve doğru yönde işaretler. Tabelalar gibi, misal. Hani bir yola çıkarsın da gideceğin yerin tabelasını görürsün arada, doğru yönde olduğunu anlarsın. Öyle.

Esra'yla Hamburg'da ayrılıyoruz. Danimarka'dan Almanya'ya geçen trenin güvertesinde yaptığımız ve birdenbire 4 kişi olduğumuz kar topu savaşının ıslaklığı var hala üzerimizde. Sırıtıyoruz. Doymuşuz, ya da hiç açlık çekmemişiz belki. Esra kendi yoluna Hamburg'da, ben kendi yoluma. Stuttgart treninde boş bulduğum bir kompartmana çöküyorum. Sürekli gülümsediğimden midir, dinginlik ve doygunluğum dışarıdan mavi-pembe-kırmızı-yeşil-beyaz-sarı-hernerenkse bir hale şeklinde gözüktüğünden midir bilmem, arkadaş oluveriyoruz hemencecik oradakilerle. Sohbet, muhabbet. Sadece o an için, yarına ertelemeden, yarın için planlar yapmadan, birbirinin mail adresini ya da telefon numarasını almadan. Ne güzel.
Stuttgart tren istasyonu Telefonum çalışmıyor 2 haftadır, dostuma kompartmanda tanıştığım kızın telefonundan mesaj atmışım “şu saatte oradayım” diye. İçimde kötü bir his var; Stuttgart'a gelmek hata mıydı acaba? Hata diye birşey olmadığını hatırlıyorum sonra. Gitmek istedim, gittim. Bu kadar. Beni istasyonda karşılayan gül yüzlümün ifadesinde ve beni öperken dudaklarını benden kaçırışında iyice emin oluyorum bir “sorun” olduğuna. Bende yok, benden yana yok. Ama var bir sorun. Her neyse. Haftalardır yaptığımız coşkulu ve heyecanlı yazışmalar, konuşmalar o an tuzla buz oluyor. Susuyoruz. Gülümsüyoruz, ama susuyoruz. Peki. Bir konsere gidecek o akşam, sen de gel istersen, diyor. Konser havamda değilim, bilet parası ödemek istemiyorum ve “sorun”la kucak kucağa olmak istemiyorum. “Yok” diyorum, “Bana evinin adresini ve doğrultusunu söyle, ben bulur giderim.” Tamam diyor, ayrılıyoruz. Anahtarı almayı unuttum. Güzel. Devasa çantalarımla adımlıyorum hayatımda ilk defa gördüğüm Stuttgart'ı. Kar yağıyor, herşey o kadar güzel ki. İki kız yanaşıyor yanıma, birinin elinde snowboard. “Neredensin?” diye soruyorlar gülerek. Bu soruyu çok duydum son 2 haftadır, gülümsüyorum. “Nereliyim?” diye onlara soruyorum geri. “Güney Amerika!” diyor biri, gülümsüyorum. İspanya. Portekiz. Fransa. Tamam buldum, İtalya! Gülümsüyorum. Türkiye. Gülümsüyorlar. Bu gülümsemeyi de çok gördüm 2 haftadır; şaşkın bir gülümseme. Gideceğim adresi soruyorum. Bilmiyorlar, birilerini çevirip soruyorlar sokakta. İki polis : “Çok uzak, metroya bin.” Yok diyorum, yürüyeceğim. Sırtımdaki çantalara, matıma bakıyorlar. Gülüyorlar. Çok uzak. Gülümsüyorum, yürüyeceğim, yürümeyi seviyorum. Gösteriyorlar doğrultuyu, başlıyorum yürümeye. Her yer kar. Temiz, saf, dostane. Güzel. Gerçek ve samimi. “Dost acı söyler” kar.

Fotoğraf makinesini bir bank üzerine koyup zamanlamasını ayarlıyorum, çantamla yalpalayarak geçiyorum kameranın önüne. Oldu. Bir adam gülümseyerek geliyor yanıma, çekeyim mi?, diyor. Çek, diyorum. Muhabbet devamında. Arjantinli. DTP'nin kapatılmasını soruyor. “Sorma” diyorum. Muhabbet.

Bir karnaval yerine varıyorum. Eski zaman filmlerindeki gibi. Rüyada mıyım belli değil, ya da biri bana şaka mı yapıyor ne. İnsanların elinde birer bardak, birşeyler içiyorlar. Yanaşıyorum, bira mı o diyorum. Almanya'dayız ya, bira olacak illa. “Glög” diyorlar, ingilizcenin esamesi pek okunmuyor buralarda. Glög, İsveçliler de glög diyor buna, oradan hatırlıyorum. Bir nevi sıcak şarap. Yanaşıyorum standa, bir bardak alıyorum. İlişiyorum sokağın ortasındaki boş masalardan birinin yanına. Birkaç dakika sonra yanımda genç-orta yaşlı bir çift. Muhabbet başlıyor yine, neredensin, nereye gidersin, nedir, ne değildir? Bilmiyorum diyorum, bu gece geldim Stuttgart'a, yarın sabah ayrılacağım. “Nereye?” diyorlar, “Bilmiyorum” diyorum gülümseyerek. “Bu gece ya da yarın sabah karar vereceğim.” Gurur mu desem, sevinç mi desem, imrenme mi desem; genç kadının gözleri ışıl ışıl bakıyor. “Kıskanmıyorum seni, hayır kıskanmıyorum!” diye patlatıyor kahkahayı. O gece sen de on, ben diyeyim yirmi kişiyle daha tanışıyor, kaynaşıyorum yine. Anlık ve ama sanki kırk yıllık dostmuşçasına yapılan muhabbetler orada ve o an bitiyor. En güzeli. Sonuna kadar paylaşılıyor o an, belirsiz geleceklere herhangi bir yük bırakmadan.

Ev uzakta epey, ben de eğlene eğlene, acelesiz gitmişim. “Ya benden önce eve varır da kapıda kalırsam?” diye düşünüyorum. Bir parkın içinden geçiyorum o sırada, “Tamam” diyorum, “En kötü buraya çadır atıveririm.” En kötüye bak! Yeme de yanında yat.

Adresi ve evi buluyorum kolayca, kapısında beklemeye başlıyorum. Yarım saat kadar sonra, ben artık soğuktan ayaklarımı yere vurmaya başladığımda beliriyor bizimki. Beni görünce yüzünde bir gülümseme. “Zor” durumlar tüm buzları kırar ya, o cinsten. Hani normalde aradaki mesafeyi indirmeniz için en az bir iki hafta gerekir ama örneğin başınıza ufakan bir kaza gelirse birbirinizin yardımına koşuverir, kaynaşıverirsiniz. Onun gib birşey işte.

Yukarı çıkıyoruz. Gece yarısını geçmiş saat, çay koyuyoruz, muhabbete başlıyoruz. Anlatıyor dinliyorum; anlatıyorum dinliyor. Kanepede yatacağım muhtemelen, birisine sarılarak uyumak geliyor içimden ama farketmez; hiç dert değil. “Yatakta yatabilirsin istersen” diyor bir ara, “Üstüm başım pasak, çarşafını şey etmeyeyim?” diyorum gülerek.. Sırıtıyor, sarılıp uyuyoruz yatakta.

Sabah oluyor, gara gitmem lazım bir an önce. Geceden internete girmiş, Kesselberg denen yerin adresini almış, web sitesinde yazan tarifi de tercüme ettirmişim. Sabah o sıcacık yataktan çıkasım gelmiyor bir türlü. “Aman” diyorum, “Geç giderim, geceye kalırım, ne olacak?” Bizimkinde hala bir tedirginlik, şaşırmış değilim. Zamana ihtiyacı var belli ki, hepimizin olduğu gibi bazen. “Kendine iyi davran” diyor, gülümseyip gidiyorum. En güzeli.

İstikamet Berlin. Kompartmanda yalnızım bu sefer. Yayılıyorum, haritamı ve not defterimi çıkartıyorum. Orta yaşlı bir kadın giriyor içeri. Muhabbet başlıyor yine, eko-köy diyorum, kadın eko-köy meraklısı çıkıyor. Bir sürü adres ve isim veriyor, dolduruyorum not defterimi. Diyorum ki kendi kendime, “Evet abi', budur. İste, senin de olur.” Artık mucizelere şaşırmaktan vazgeçtim. Bu aralar çok mu mucize geliyor başıma, yoksa ben mi aslında her zaman yaşanan mucizeleri görmeye başladım birdenbire, bilmiyorum. Önemi de yok zaten; Ali Veli, Veli Ali.

Berlin tren istasyonu kocaman bir yer. Kocamandan kastım, mesela Akmerkez'i düşünün; ondan da büyük. 4-5 katlı falan, gerçekten kocaman. Gideceğim yere ilk treni soruyorum, sora sora Bağdat bulunuyor gerçekten de. Erkner, kasabanın ismi. Kafamda gideceğim yerin haritası kazılı. İniyorum trenden, başlıyorum güneye yürümeye. Güney, güney-batı. Erkner'in çıkışında Fırat Kebap'ı görüyorum, dalıyorum içeri. “Are you Turkish?” “Turkish? Yes”. “Merhabalar abi.” Muhabbet. Hayatımda yediğim en güzel, en doyurucu, en şahane döner; İstanbul'dakilerle alakası yok. Fiyatı da ucuz. Yürümeye devam. Kasaba bitiyor, ormanlık yolun ortasında, zifiri karanlık. Ay da yok henüz; “Yeni ay” dedikleri evrede. Yürüyorum da yürüyorum biri sırtımda, biri göğsümde iki çantayla. Yanımdan bir bisikletli geçiyor, duruyor çantalarımı görünce. “Kesselberg'e mi gidiyorsun?” Evet, diyorum. Gülümsüyor. “Gelebilirim di' mi, uygun mu?”. Şaşırıyor adam, soru belli ki anlamsız. “Tabi ki” diyor. Neden şaşırdığını anlayacağım daha sonra, Kesselberg'e vardığımda.

Yürüdükçe yürüyorum, yürüdükçe yürüyorum. 1,5 saat sonra ormanın içine giren yolu görüyorum : Tamamdır, bu yol olmalı. Birkaç yüz metre sonra “Hoşgeldiniz” yazısın görüyorum tahtadan bir kapının üzerine iliştirilmiş metal levhaya yazılmış gülümseten bir ifadeyle. “Dikkat kedi!” de yazıyor, ya da ona benzer bi'şey. Tamamdır, mizah da var.Biraz daha yürüyorum, iki tarafımda ufak kamyonlar, karavanlar, terkedilmiş gibi duran kamyon-karavan-konteynır karışımları. Biraz daha yürüyorum, solumdaki ahşap evlerden birinde bir hareket var. Yanında çoçuğuyla dışarı çıkan kadına “Merhaba” diyorum, “Ben yeni geldim”. Kadın şaşkın, burada izin istemek, kalabilir miyim demek, nerede yatabilirim falan demek anlamsız belli ki. “Dur” diyor, çocuğuna almanca muhtemelen “Sen mi gezdireceksin, ben mi gezdireyim?” diyor. “Sen” diyor çocuk. Sanırım.

Ufak bir tur Kesselberg'de. Bir sokak düşünün ormanın ortasında, yüz metre uzunluğunda olsun en fazla. İki yanında irili ufaklı evler. “Şu” diyor, “Misafir evlerimizden biri”, “Şu tahta atölyesi, bu da metal atölyesi.” Şu açıklığı yazın mutfak ve toplaşma alanı olarak kullanıyoruz. Bu bina da misafirler için, boş bulduğun yere yerleş. İstediğin gibi, kimseye bir şey sormana gerek yok. Tuvalet her yer (eliyle ormanı gösteriyor), nasıl canın isterse. Haydi bana eyvallah. Gülümser, samimi, doğal.

Beni getirdiği oda bir nevi “misafir odası”. Bu satırları yazarken oturduğum oda. O an gözüme bir filmden çıkmış gibi görünüyor oda, hala da öyle ya gözümde... Bir köşede odun sobası-ocak; birkaç koltuk ve kanepe, etrafta kitaplar, filmler. Sarma sigara tüttüren, çay-kahve içen, muhabbet eden insanlar. Çoğu alman, fransızı, isviçrelisi falan da karışmış araya. “Merhaba arkadaşlar, benim adım Durukan; sizinki ne acaba?” girişi yapılacak son yer; böylesi bir girişi nerede yaparsın ki zaten. Dinginliğim ve doygunluğum had safhada; başımla selamlıyorum usulca göz göze geldiklerimi. Gençlerden biri, bir fransız ilgi gösteriyor, yatacak yeri falan gösteriyor. Bir süre sonra uyumaya gidiyorum, buz gibi bir odada, tahtadan yapılma (el yapımı olduğu fazla belli) orta halli bir odada. Yanlış uyku tulumunu almışım arkadaşımdan, dandik yaz tulumu bu. Belli ki donacağım; dışarısı eksi 14'ü gösteriyor zaten. Oda da daha sıcak değil. Üşümekten uyanarak geçirdiğim bir gecenin ardından, uyanıyorum. Kesselberg'de.

(Şimdi Prag'dayım, yazmaya oldukça nezih bir restoranda, bir elimde Pilsner Urquel'le devam ediyorum. Pilsner Urquel Çekya'daki en iyi biralardan biri, restoran da nezih, ama bira yalnızca 4 lira. Bira-Çekya. Çekya-Bira. Evet)

Kesselberg'de hayat çok farklı. Çok doğal. Her anlamda. Yanlış veya en azından yanlış gibi gözüken birşey yaparsan kimse gelip “Belki de şöyle yapmalısın, ha, ne dersin?” demiyor kırıcı bir nezaketle. Onun yerine “Böyle yapma, olmaz. Şöyle yap” diyor. Daha beter kırıcı sanki, di' mi? Hayır. Herşey o kadar doğal ve doğrudan ki, kırılsan da geçiyor birkaç saat sonra. Kalbinin kırılması, ufak bir çatlaktan çok daha iyi her zaman için. Çatlağın çaresi yok, onunla yaşamak zorundasın. Kırılmışı tamir etmek daha kolay, kırandan hesap sormak daha kolay, “bir daha kırma, yoksa ben de seninkini paramparça ederim” diye samimi bir tehditte bulunmak daha kolay. Nezaket bir yetenek, batılıysan veya batıda eğitim gördüysen tamam, ama diğer türlü başa çıkması çok zor. Samimiyet ise doğal, herkeste var. Daha adil o yüzden.

Kesselberg'de 6 gün geçirdim sanırım. Sanırım diyorum çünkü zaman kavramı yok burada. Uyanıyor, kasabadaki süpermarketin (birtakım saçma “hijyen” kuralları yüzünden) çöpe attığı güzelim yemeklerden bir kahvaltı yapıyor, kahveni yudumluyorsun. Çıkıyor dışarı, biraz odun taşıyor, testereliyor, baltalıyorsun.Alıyorsun eline kitabını. Okuyorsun. Acelesiz. Ormanda dolaşıyor, etrafı kolaçan ediyor, işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya çalışıyorsun. Benim için aynı zamanda bir “saha çalışması” anlamına da geliyor Kesselberg; üniversitedeki “Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı stratejileri” dersi için yazmam gereken ödev-projenin konusu da olacak zira.

Beni görseniz Kesselberg'de, tanıyamazsınız belki de. Alabildiğine sessizim, az konuşan, çok dinleyen. Az gösteren, çok izleyen. Yavaş hareketler, dinginlik, huzur. İnsanlarla ilişkilerime de yansıyor bu. Kimseyle muhabbete girişmeye çalışmıyorum durup dururken, bana sorulan sorular ve sohbet başlatma çabalarını ölçüsünde bir tevazu ve dinginlikle cevaplıyorum. Görseniz, şaşırırsınız. “Dudu, ne oldu sana yavrum?” dersiniz gülümseyerek. Cevaben gülümserim ben de. “Hiç” derim, “müziği duyuyorum her daim kulağımda artık sadece.” Konuşmaya gerek yok artık pek. Müzik, bakışlar, çamların ateşteki çıtırtısı, benzersiz iş kokusu, blues'un içini dışarı taşıran tınısı, mutluluğun hükmü. O kadar.

Kesselberg'deki haftamı anlatmak istiyorum uzun uzun, ama anlattıkça anlamını kaybedecek; onu da biliyorum. 21 aralık gecesi “en uzun gece” muhabbetine yakılan devasa ateş, yemekle doldurulan kazanlar, “dance hall” denen binada eline aldığın enstrümanla yaptığın müzik, sonsuz muhabbetler, tahta ve metal atölyesini sonuna kadar keşfetmek için yapılan planlar. Soğuk. Kar. El yapımı saunada geçirdiğin dakikalar, ardından altına girdiğin buz gibi duş. Üçüncü geceden itibaren üzerinde uyuduğun sıcacık odun fırını. Hepsi gerçek hem de, hepsi o an. Hepsi gerçek, gerçek olamayacak kadar güzel; ve Tanrı'ya şükürler olsun ki, gerçek.

Mucizeler peşimi bırakmıyor. Fena halde nargile içmek istediğim günlerden birinde, geniş misafir odasının 50'lerden fırlamış atmosferinde otururken konu birden nargileden açılıyor. O ana kadar pek de konuşmadığımız, sert görünümlü Alman başlıyor konuşmaya. “Aa evet, Dresden'de çok güzel nargile kafeler var. Nargile bedava, çaya para veriyorsun bir tek. O da çok ucuz zaten.” Dalga mı geçiyorsun benle? “Peki Dresden ne tarafta? Prag'a yakın mı?” Evet, hatta Prag'a giderken Dresden'den geçmek zorundasın mecburen. Evet, birileri benle dalga geçiyor olmalı. Adresler veriliyor, internette harita üzerinden gösteriliyor. Gece konaklayabileceğim adresler de veriliyor, hatta çocuk “Ben de orada olacağım birkaç günlüğüne, ara, bizim evde kalırsın” diyor. Sonradan vaz geçeceğim Dresden'e gitmekten ama olsun, evet, bariz. Mucizeler peşimi bırakmıyor.

Gülümsüyorum. Dünya da bana gülümsüyor. Herşey yolunda gidiyor. Yol yol olmaktan çıkıyor. Yaşamın ta kendisi oluyor. Yol ve yaşam kesişiyor. Tek oluyor, bir bütün oluyor. Olması gerektiği gibi aynı.

Eskiden özleyemezdim. Kimseyi, hiçbir şeyi. “Birşeyi özlemek demek o an içinde bulunduğun yer ve zamandan yeterince keyif almamak demek”, derdim. Haklıydım. Şimdi hem içinde bulunduğum an ve mekandan sonuna kadar keyiflenip, hem de sizleri özleyebiliyorum.

Sanırım herşey yolunda gidiyor.

Tuesday, November 24, 2009

Chapter 8 : The Wanderer

It's been a long time, right? Well I know you missed these stories of mine a lot; but life is tough in general and even tougher sometimes. I was having difficulties to sleep in this "almost morning" part of the night (actually nowadays it's night all the time), so I just said to myself "Okay, that's the time." So now I'm in your service with the flowing meditation music in my earphones; mixed, transforming, transformating, transcending feelings in my heart; and heavy, impatient, born to be free thoughts in my mind.

Lot of things happened since last time, and I will try to catch the today's time in following chapters. But now, it's about "The Wanderer"

You know, one of my, let's say, dream when I was moving to Sweden was that I would now be able to travel around much easier. Thanks to super schengen visa. Or we should actually say "Shame on you visa system! And freedom of movement for everyone!". But if you're from Turkey or from some other countries that being a citizen means REAL diffuculties on getting visa and stuff, you would definitely know what I'm saying. It's the pain in the neck to get the visa : lots of papers and arrangements, super expensive, and once you get it's only for very short period of time and even with the visa, the border cops can be real problem.

Yeah, so I was quite excited about the fact that I would have a schengen visa for 2 years. Actually I should use present time, I'm still excited. And apparently I'm quite fulfiling these dreams of mine about traveling. I did, I do and I will. Let me explain how and why.

Yesterday

The Wanderer hit the roads first in october. In 14 days of non-holidays, without and flight, and without skipping my classes I traveled :

- 5 big cities
- 3 countries
- 3.000+ kilometers by train + ferry

First weekend, I took this drunk ferry to go forth and back to Helsinki (and I passed through Stockholm).
Second weekend, I went to Malmö (for the EGP meeting ) and passed to Copenhagen for few hours.
Second weekdays, I traveled to the mid-Sweden, which was gorgeous.

Do you want more?


Yes we do. Unfortunately. We, atleast the ones who're under the curse of modern times... Yes, we do always want more.

Today


Last weekend I went to Zagreb, Crotia for the meeting of CDN.
4 different airports, several hours of flight. Obviously not the best way of travelling for me.
Balkans are nice.
Further invetigation noted as a future plan.







Tomorrow


In December, I will go to Copenhagen for the COP15 meetings, as a delegate from FYEG.
After this (starting from 20th december) I will still have an interrail card for 2 weeks, which means that I will hit the roads again by train. I got holidays until (at least) 18th of january, and I'm trying to decide whether to


  • go to Southern Spain, El Chorro to join my friends for climbing. Then follow the sea side to the east, spend the new year in Florence in a friends' commun house at Toscana hills, and arrive to Serbia for 10 days of snowboard with my snowboard instructor serbian friend (free accomodation and equipment)
  • or to go south directly from Copenhagen, pass through Germany (meet an "old" friend of mine and spend few days), visit Bosnian friends in Tuzla and Sarajevo and arrive to Serbia, snowboard, and go back through Poland to see a friend..
Then, most probably, I will spend 2 months of mine (in spring) again in Europe, by hitchiking around and visiting eco-villages on my way. But there is still time for that, so let's leave it for future chapters.

The good thing about all these travels that I mentionned until now is that I didn't spend any money for these. That's what makes me enable actually, to travel. You're asking how is that possible? Well, that's a secret. Or not.

Well, The morning arrives (according to time, but there is no sun ofcourse). Time to go to bed and... enjoy the darkness.

Life is tough.

Thursday, October 15, 2009

Chapter 7 : The drunk ferry

In Sweden all kind of alcohol is quite expensive due to high taxes. Actually these beverages are being sold only in some special state-owned stores. That's the fact no:1
And young people in Sweden, like in some many other places in the world, like to get drunk and to party. That's the fact no:2
And there are quite cheap huge cruises operating in Baltic sea, with duty free shops and music, nights clubs inside. That's the fact no:3

So what you would do if you're a nasty and young swede with some bunch of friends? Well, the practical answer is something like that :

begin;

  • form a group of people, buy ticket, get on board
  • explore the duty free shop inside,

    CHORUS
  • start to drink
  • dance, 
  • show up on the night disco with the hope of some "hunt",
    CHORUS

  • wake up in Helsinki, Tallinn or Riga with a real hangover, 
  • wander around, take pictures, drink a coffee
  • get back to the boat
    CHORUS(x1)
end;


Thats what we did this weekend. I was invited by some czeck people I've met on climbing wall, and the offer was quite attractive with its cheap price and the boat trip stuff.


It started like that. A big group of people from all over the world : Czeck, England, Canada, Hawaii, Estonia, and yes, Turkey.









Few more beers after... We looks more connected right?(Me somewhere in the dark there)






Then... Well, I don't know what is that.












After God knows what, we somehow decided to go indoor to enjoy the stupid disco. That was the best decision of our trip I guess. Or worst. I'm not sure.









Wait! Before going forward I have to say :
Baltic Sea rocks, especially with the sunset


The strong nordic sea-wind on your face makes you remember that you're still alive.


Now back to drunkness :

We liked the song here I suppose


or we were just drunk maybe...




I've met good people on that boat for sure. Two of them was a couple from Hawaii, USA. To hear that they were practisig wave-surfing every morning back on Hawaii was just too much for me. The life you imagine, the only thing you want to do SO much but didn't do yet, that feeling of ocean, sunset-sunrise..Arrgh! So, now atleast I know two friends in Hawaii, if I can ever manage to drop myself there. That's the life, you never know right?

By the way, especially near Stockholm and Helsinki, there are thousands of small islands. That's really gorgeous. Some of them is just big enough to handle a house or two, and some can be big enough to support a small village... It's just covered with pine trees, every houses have their own small docks and boats. I guess those were the summer houses for quite rich people, but it must be quite amazing to live there. That's the place to be a best-seller autor or to raise a legendary music band.




So, Mission No: I_dont_know_what : Go and live in one of these houses for a while.Dont forget a large supply of food, hot wine and the woman you love



In the morning of a sunny saturday, we arrived to Helsinki. Pretty beautiful, but pretty boring aswell. Or maybe I dont like any city after Uppsala now. Damn!

From the boat, it looks like that :






And like that aswell


By the way or boat was that one, ofcourse the one in the front view :



And a meaningful view of our rooms... Dont get cheated by the picture on the wall, we're on the very bottom of the cruise, surrounded by 56 ton/m2 of water around us








On the way back, I was now more experienced and obviously it was the case for all of us. We did drink a bit less, or atleast some of us did so. And I guess we had more fun that way, I mean, when you're too drunk to remember quite nothing in the morning after, it's not always good. So drink responsibly fellas!

I will finish two conversations I had saturday night.

Here is the first one, with a mature lady with a young boy (so these stuff really happens sometime, my mature_lover friends!) :

MatureLady : Hello, where are you from?
Me : From Turkey, Istanbul.. (smile) Why?
M_L : I saw you yesterday night and did think that you looks turkish. You were surrounded with girls, dancing.. (Really? I dont remember that) I got a friend who married a turkish, now they live in Marmaris. I go there sometime It's really nice, but not for living. For vacations.
Me : (Just listen, nodding, smiling)
M_L : I saw you yesterday, you were dancing. Lots of girls around you.
Me : (Really? Okay, I didnt know that)
M_L : I got a friend who married a turkish, now they live in Marmaris...

Then the young boy, most probably felt threatened with the presence of another young boy (even I wasnt doing anything to charm her!) took the M_L and they get lost of sight in the depth of the dark night. God know where

And here is the second one :

A quite drunk and middle-age man, after this conversation approached to me.

QuiteDrunkandMiddle-ageman : So you're from Turkey...
Me : Yes.
QD_MA : I've been in Turkey. Very good people. Very hostile.
Me : (Smile, nod, listen, "yes, yes")
QD_MA :
You know, we swedish people are very hostile.
Me : (Keep nodding)
QD_MA : You're most welcome here. But if you attack us, we defend ourselves. You shouldn't attack us.
Me : Ofcourse, ofcourse... (Very serious face)
QD_MA : I'm a submarine commander. My heart belongs to our king.
Me : Okay






Dont worry QD_MA, I liked this country.

Monday, October 5, 2009

Chapter 6 : Catch your breath boy


Picture of the week : Me climbing like a chicken running a marathon.



Tell me what happens when you arrive to a new, quite totally unknown place for you? You look around, try to understand what is going on, analyse people and their behaviors, take it easy. Well, that's what happens most of the time.

But in my position, I guess I'm pushing things just too hard. I realise that I dont spare any time to myself, to think, to listen to myself, to remember my selfness. I'm just running around, trying to catch everything... It was working well back at home in Istanbul; but here the circumstances are different :


1) You dont know the meanings of behaviors from people with whom you make close contact.
2) Language, even if your level is good, is still a problem for expressig yourself, or understanding others. I mean, for the private issues especially =)
3) You basically dont have these "real friends", with whom you can speak (and listen to) about everything and in every way. That's something, do know the value of that.
4) The girls here are just too beautiful that it makes harder to stay while and to listen to yourself.

You know what; I just had a cup of coffee now in the big clear area, between the students flats, covered by grass and overed by some shining stars in the top. I did sing to myself, just like that. And then, on my way back to my room here, suddenly I remembered the "thing".

Catch your breath boy,
stay while and listen, do not fight with yourself for some obsession from your past,
remember who you have been, who you are, who you will be,
remember what have been told by the wise ones,
remember the blues,
remember the infinite evenings with blues, nargile, love and feelings,
remember who you are not,

and when you know what should be done but can't just make it; music will help you.

Lastly, just to give some synopsis for the guys from holywood who want to make the tv episodes of this blog :


  • School is going quite great.
  • I moved to some room in town last week, time management is much easier now.
  • I'm climbing a lot, a bit too much I guess so I will have a rest day tomorrow.
  • Climbing is cool, fun, and you meet a lot of good people there.
  • Life here is very good for sometimes, then less good. I have to find those multiplier effects to use during the very good times. Actually I know what are those. "Catch your breath boy. Turn to yourself a bit. Just be cool."
  • I will maybe going to Uppsala with some czeck people I've met here.

And then, life is good. Smile! That's what I'm doing now fellas.
Music, love to yourself and smile.
Those are the multiplier effects, I guess.

Well, stay tuned. Stay tuned to yourself. That's the only way you stay tuned to world.

Sunday, September 27, 2009

Chapter 5 : The World is small (a.k.a. "Our hearts are big")

You're on the town center, walking/riding around. Lots of people around. Your eyes which moves all the time like a radar, gets focused on a spot suddenly. You look at that spot for few seconds, then she turns her eyes back to you. You're both shocked a bit; you make some steps towards each other, then hugs with a big opened eyes.


That's your friend Marta (or Nada? 'cause they are twins. But then I realize, it's Marta) from Serbia, one of the people you've met in Czech Republic for the first time. And  now, this Serbian girl and Turkish boy meet in Sweden.


You can call it coincidence, luck or fate. You can even calculate the probability of such a thing taking the subjects' social networks size's into consideration. But wait a little more, before starting your calculations.


You start to talk. "What are you doing here!" is the first question ofcourse. You explain your reason to be there, and now it's her turn. She says she's here to learn swedish.


-But why? Why you want to learn swedish?
-Because I want to do my master here in Sweden next year.
-Oh I see. In which university?
-There is an university called SLU in Uppsala, do you know?


Some nasty smile in your face.


-Well, I know this university, yes. Tell me which program you want to study?
-Rural Development and Natural Resou...


"The nasty smile in your face" become "a nastier smile on your face".


-Well, that's what I'm doing now.


Now you have enough data to calculate the probability of that. That's an open call for everybody who call him/herself as a mathematician, statistics expert, or whatever the title is.


As the theme of today, I will give you some other data then. That's how I'm spending (generally) a week of mine here. Well, I'm planning to share this chart once a month, so I can go back and say to myself :

  1. "Hehe, you see how it's changed?" or 
  2. "Fck! It's my 2nd year and I'm still doing the same shit!" or 
  3. "That's what I call stability, maann!" or 
  4. "Girl, you know what? It was good in the beginning, better afterwards, and now it's perfect. 'Cause I found you. Come here and kiss me."



So, as you know, a week is consisted of 7 days. And a day is consisted of 24 hours. Which means that 
1 week = 168 hours


The question is how did I spend this 168 hours during september 2009.


The answer is :



  • Sleeping                           : 50 hours (% 29,7)
  • Surfing internet&Mails etc  : 20 hours (% 12)
  • Classes in University         : 17 hours (% 10,1)
  • Riding bike for travelling     : 15 hours (% 8,9)
  • Friends & Going out          : 15 hours (% 8,9)
  • Resting, eating, shower     : 15 hours (% 8,9)
  • Study - Reading&Writing   : 10 hours (% 6)
  • Climbing                          :  8 hours  (% 4,8)
  • Other stuff                        :  6 hours (% 3,6)
  • Looking for a flat to move   :  5 hours (% 3)
  • Looking for a job               :  5 hours (% 3)
  • Orienteering                     :  2 hour   (% 1,2)
Okay, I know it's shitty to make statistics like that. But still, it's fun. And it's good for all kind of retrospective self-evaluation. And some people may ask, "When do you think, calculate, plan, and blabla, then?" Well the answer is "All the time, while doing other stuff."

Lastly, but sadly for today, here is a guy worth to tell his name, to mention, to honor and to be proud of. Here is a guy hit by a car today. Here is a guy who's dead. Here is What happened (in turkish)

In the times like that, you feel a regret in your heart. You regret for having prejudgements like "he hates me", you ask yourself why you didn't start the conversation with a simple "hey dude" and why waited him to start talking first. And as the biggest pain, you know it's too late to ask these question now.

All you can do is to hope that he had a good, happy and smiling life. You just want to believe in it. And you think of his close friends, his family... It makes you feel sad, but it makes to understand, once again, the meaning of life.



Tuesday, September 22, 2009

Chapter 4 : A depressed soul and signs

Well, my friends... A man can not be joyful and cheerful all the time. Sometimes, few days with a dark hearth is needed perhaps. I have those circles, quite a lot. When I was a teenage, a good friend of mine at school was calling this mood of mine as "hitting trees while walking". It's true. Still now, sometimes I just don't want to raise my head up and smile. However, I don't hit trees anymore, I guess I gained the ability of "blind walking".

This time, it stroke me during the weekend, my 2nd weekend here in these cold&green lands. You know, once you start to feel bad, bad things just start to pour down from sky. They makes you feel even worse, which lead even more worse stuff to happen one after one. So, to get fucked up, all you need is a "strong initial bad thing" and a mood conjoncturally eager (maybe in need?) to feel bad.

I had my "quite strong initial bad thing". I had a really intense week in university, so friday evening would be kind of party and pub night. I tell you, it's not very easy when few people you know are out of city or staying at their homes. In those cases, if you feel really good, you can still try to just find a place and have fun, without thinking anything else. But if you already don't feel really good, then things can... Whatever, after a night there and there, I was, for a reason still unknown to me as usual, feeling not so "self-confident". But I was still okay. Saturday, I went to climb and then went back to my friends' home, waiting for a call for an already arranged night. The call never came. As an evidence of my maturity now, I stayed at home with friends and watched some movies, 'cause I knew that it would be a catastroph to go out with such a mood. Sunday, back to home after a climb again, I was wondering why she didn't call me at least to cancel the stuff, even after the complaining text I sent...

Sunday evening and monday... I was realizing that my e-mails were not getting answers nowadays neither. I started to feel like a piece of shit. Not even spam mails, WTF?!

In the most obscure depths, I decided to watch Dancing with wolves. Subtitles were problematic, but I still insisted on watching it. But the blow which took me away from this shitty mood came just in the midnight. I guess I was already ready to start to a new cycle, as usual. I knew it.

And then, this video came just in the perfect moment, not early, not late. As always. For the ones who're in the path, that's what happens all the time. After that, the girl sent me a message explained the situation, I had some replies to my e-mails, and other good stuff. You see, that's a circle.





By the way, to answer the questions asked (by myself) last week :

-No, I didn't find my soulmate yet. I guess so, atleast
-Well, it seems it's quite and partly true, the myths about Swedish girls. But I don't have enough data at the moment, so I prefer to postpone the answer.
-They don't. They don't run after you or your bike neither.
-I guess it happens quite fast, atleast for me. You don't forget ofcourse, but you loose your fluency on writing, but also on speaking. (Or maybe I was so good in turkish, that even a slight lost makes big difference for me.
-I don't have any hidden thoughts on my mind dude! Well, even if I have some, they're "hidden", you see?

Take care fellas, and don't forget to remember me