Monday, December 28, 2009

Bonus Track : "How does it make you feel?"

 I can not catch my life nowadays. I guess it's something good.
But not for this blog. I'm really behind the track now, and guess will need sometime to catch it up, if I ever can.
And this time, here I go with a special part. In turkish that time. That's a long e-mail that I wrote to some of my friends and family; I guess it make sense to share it here.

Smile.
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

Yazan kişiye sorarlar, adettendir : “Neden yazıyorsun?” derler. Bi' cevap ararsın, kimi zaman bulur gibi olursun birşeyler, kimi zamansa elin boş dönersin.
Ben bir değil, birden fazla cevabın olduğuna inananlardanım. Bugün hayatını kazanmak için yazan kişi, yarın bir de bakmışsın derdinden kurtulmak için yazıyor. Dün de yapacak başka bir şeyi olmadığı için yazmış mesela.

Kimi zamansa çatlamamak için yazarsın. Yazmasan çatlayacaksındır.

Aralık 26. Gece yarısını geçeli yarım saat olmuş daha, bilgisayarımın sağ alt köşesinde görmesem saat ve tarihten haberim de olmayacak zaten.Geniş “misafir odası” boş, yan odadaki radyodan bu an ve bu mekanda dinlenebilecek en mükemmel melodiler yükseliyor. Fazla mükemmel.

“Rüyada mıyım?” diye soruyorum arada bir kendime. “Yoksa yeni mi uyandım?”

Sağ elimde bir sigara. Sigara içiyorum. Sarıyorum, içiyorum; sonra bir tane daha sarıyorum. Annem bu satırları okuyacak ve “Eyvah!” diyecek, “Yapma Durukan!”. Meraklanma anne, tütün tütün olalı 20. yy'ın son çeyreğindeki kadar aşağılanmamıştı kimyasallarla dolu sigara paketlerinde. Tanrı tütünü insana zevk vermesi için, insanı durulaştırılması için, barış için, sevgi için yarattı. Ve beyaz adam aceleci arayışçılığıyla tütünü de lanetlemeyi başardı. Benim tek yaptığım tütüne hakettiği saygıyı sunmak şimdi. Sadece şimdi, sadece burada. Sevgi ve dinginlikle, saygı ve barışla.

Çoğunuz benden haber almadınız bir süredir. Bazınız telaşlandı, bazınız merak etti, bazınız bitmek bilmez “yeni” hikayelerimi dinlemek istedi. Bazınızın aklına bile gelmedim, bazınızaysa ufak bi'şey hatırlattı belki beni bir anlığına. Bisikletli bir çocuk, gazetede gördüğünüz bir “iklim değişikliği” haberi, ya da anlamsız, ufacık, herhangi birşey.

Bu satırları okuyan sizler : benim aklıma geldiniz, bilesiniz. Ve hep iyi duygular, güzel hatıralar ve sıcak gülümsemelerle hatırlattınız kendinizi. İstesem de başka türlü hatırlayamazdım zaten sizleri, kötü duygular terkedeli çok oldu beni.

Ucuz edebiyattan bir anlığına sıyrılayım madem ani bir refleksle. Günlük moduna döneyim bir süreliğine.

İsveç'i, yani yeni evimi terkettiğimden beri çok farklı bir üç hafta geçirdim. Neden bilmiyorum, tek bir nedeni var mı bütün bunların; onu da bilmiyorum ya. Ama sanırım esas sebep hiçbir beklentimin olmamasıydı. Beklentiler insanı öldürüyor. İstemekle beklemek arasındaki fark. Aramakla bulmak arasındaki fark. Bakmakla görmek arasındaki fark. Dilinle söylemekle kalbinle seslenmek arasındaki fark.

İsveç'teki son günüm oldukça sıradandı. Sıradan dediysem, benvari bir sıradanlıktan bahsediyorum. Sabah 07:00'de uyanıp 11:09'daki trenime kadar çantamı hazırlamak, evi boşaltmak, fazladan eşyalarımı arkadaşımın evine taşımak, komşumdan ödünç aldığım filmleri geri vermek...Falan filan. Trene her zamanki gibi kalkmasına bir buçuk dakika kala yetiştim. İsveç'in tarlaları ve ormanları arasında saatlerce yol aldım. Kopenhag'a vardığımda nereye gitmem gerektiğini pek biliyor sayılmazdım; bir ara haritaya göz atma şansım olmuştu gerçi. Pusulamı çıkardım, yüzümü Baltık Denizi'nin sert ve insanı uyandıran rüzgarına döndüm, yürüdüm. 12 gün boyunca bana ev olacak kocaman gemiyi ve birkaç arkadaşımı buldum. Sarıldık, sevindik, şaşırdık. Sustuk.

Sonrası... Neresinden tutsam bilmiyorum, elimde kalacak her türlü. İlk beş gün BM'in resmi görüşmelerinin yapıldığı devasa binada ağ kısmında kafam kadar bir delik olan kanvas pantolonum ve t-shirt'imle dolanmakla geçti. Etrafı tanıdım, gelmiş geçmiş en büyük laptop toplaşmasını adımladım. Kucağımda bilgisayar, kulağımda görüşmelerle ilgili son gelişmeleri aktaran sesler (kimi zaman bir yoldaşın heyecanlı konuşması, kimi zamansa telefonda kısık sesle “Ne kadar direnebiliriz bilmiyorum” diyen bir delegenin yakarışları). Bir masal gibi. Binlerce, on binlerce insan. Köşe başı bir eylem, bir yakarış, bir başkaldırı. Zalimlerle mazlumların, çığırtkanlarla mağrurların, kurt politikacılarla kalbinden konuşanların, “eski tas eski hamam”cılarla “sessizce ölmeyeceğiz”cilerin toplaşması. Haftasonu geldi, “eyleme gidiyoruz” dediler. 100.000 kişi toplaşmışız. Eylem lafı beni ürkütür hep. Eylem somurtkandır, eylem kızgındır, eylem öfkelidir. Eylem gülümsemez, eylem dans etmez, eylem yanındakinin yüzüne bakmaz, koluna girdiği yabancıya sarılmaz, eylem ciddidir. Böyle öğretmişler bize, böyle göstermişler bize. Ama öyle olmadı bu sefer. Eylem sekiz saat boyunca dans etti bu sefer, şarkı söyledi, ilk ve muhtemelen son defa gördüğü gül yüzlüye sarıldı. Hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan. Yarını düşünmeden, planlar yapmadan, aramadan. Sadece o anı sonuna kadar yaşayarak. “Anı yaşamak” diye pelesenk etmişiz ya dilimize, işte ondan. Katıksız ama. Kalın ve coşkulu sesimden olsa gerek, televizyonlar geldi yanıma, “Neden buradasınız?” dedi. “Dünyayı değiştirmek için”, dedim. Yaşamaktan zevk alınacak bir dünya yaratmak için.

Sonrası... Neresinden tutsam bilmiyorum, elimde kalacak her türlü. Kesin kalacak bu sefer.

İkinci haftayı Klimaforum'da geçirelim dedik. Hem Bella Center'da istemiyorlar bizi artık, bizim de çok umrumuzdaydı bir avuç ciddi rolü yapan ciddiyetsizle aynı mekanda olmak, dedik. Klimaforum, alternatif toplaşma, “halkların zirvesi”, “Artık yeni evimiz burası olsun”, dedik.. Herşeyin gönüllülerce yürütüldüğü, dünyanın her yerinden gelmiş genç insanların yerlerde çantalarını yastık yapıp yattıkları, herşeyin alabildiğine doğal, alabildiğine “ev”, alabildiğine mutlu, umutlu ve huzurlu olduğu Klimaforum. Toplantılar bile farklı burada; kimse tüm dertlerin anası olan otorite ve ciddiyetten haberdar değil. Herşey, herkese ait; ve herkes herşeye. İnanması güç bir samimiyet, inanması güç bir gerçekçilik var havada. Çömüveriyorsun boş bulduğun yere, yanındakiyle hakiki bir gülümseme. Her an biraz daha farkına varıyorsun yalnız olmadığının. Babam “Dünya'da senin kafanda 10.000 kişi ya var ya yoktur, bir tanesi de şansımıza bize denk geldi” der hep. Gülümsüyorum bunu yazarken, haklıymışsın baba. Bunu söylerken bastırmaya çalıştığın ama bastıramadığın, gizleyemediğin gururunu sonuna kadar, doyana kadar yaşa. Çünkü geleceğin dünyasını o 10.000 kişi kuruyor. Dün 10.000'dik evet, bugünse saymayı bıraktık artık, birbirimizi gördük, hissettik ve yaşadık. Milyonuz artık. Dokunduk birbirimize, her birimizden yayılan akıl almaz coşku ve sevgiyi hissettik. Amansızca. Sevindik, yalnız değiliz, dedik. Perşembe günü kolkola, tanımadığımız insanlarla zincir oluşturmuş polis barikatına doğru yürürken bir kez daha hissettik bunu, en ufak bir öfke duymadık içimizde, en ufak bir şiddet isteği, en ufak bir haksızlık uygusu, en ufak bir korku. Kelimelerim yetersiz, farkındayım. Bütün bunları okuyan kişiden tek dileğimdir : Bana inan. Gelecek biziz, hepimiziz.

Kopenhag'da her an, her saniye yaşadığım mucizeleri anlatmaya bir ara veriyorum. Ne kadar anlatsam, ne kadar yazsam yetersiz kalacak zaten. Bahçelerinde yetiştirdikleri sebzeleri Kopenhag'a getirip yemek yapıp, hayrına dağıtan üniversitelilerle paylaştıklarımızı anlatamıyorum. Hayatımda yediğim o en lezzetli, en doyurucu yemekten sonra bulaşığımı yıkadığım leğendeki sıcak suya daldırdığım elimde hissettiğim o paylaşma hissini anlatamıyorum. Yemekten sonra, usul usul yağan kar altında, soğuktan donmamak için nasıl dans ettiğimizi anlatamıyorum. O anki mutluluğu anlatamıyorum. Dansımıza katılan danimarkalı genç kızın yüzündeki şaşkın ve ama hayatım boyunca unutmayacağım ifadeyi de anlatamıyorum. Olmuyor bir türlü. Hep beraber Christiana'ya gidişimizi gecenin bir vakti; danimarkalı kızın bir yanlış anlama yüzünden trende ödediği “kaçak” bilet cezasını anlatamıyorum, o an onu öfkeden deliye döndüren ve “Haksızlık bu!” dedirten duygularını anlatamıyorum. O kızı nasıl sarıp sarmaladığımı, birbirimize nasıl gülümsediğimizi, birbirimize nasıl beklentisiz ve geleceksiz bir sevgiyle baktığımızı anlatamıyorum. Christiana'da, o meşhur “kurtarılmış” mahallede yanan sayısız ateşlerden birine yanaştıktan bir iki dakika sonra “Dostlar, üzgünüm. Bu ateşin başında iki-üç dakikadan fazla duramazsınız, bizim kurallarımızdan biri bu.” diyen genç esrar satıcısının sesindeki doğallığı, samimiyeti, dışarıdan sevimsiz gelebilecek bu cümlenin ardından Esra'yla birbirimize nasıl sarıldığımızı, nasıl sebepsizce sevindiğimizi... Beceremiyorum, anlatamıyorum. Neden bu kadar sevindiğimizi, o cümlede ne bulduğumuzu, o seste ne duyduğumuzu, o yüz ifadesinde ne gördüğümüzü... Anlatamıyorum. Tıpkı Kopenhag'da ayak üstü tanıştığım ve beş dakika içinde can ciğer kuzu sarması haline geldiğimiz insanları, yüzleri, ifadeleri ve sevgiyi anlatamadığım gibi. Beceremiyorum.

Aslında bunları anlatmak için de almamıştım elime bilgisayarımı. Niyetim yarın sabah terkedeceğim ve bir gün ve en azından bir süreliğine geri döneceğimden adım gibi emin olduğum bu yeri anlatmaktı. Herşey birbiriyle bağlantılı işte, ve herşey tek. Bugünü, hatta bu anı anlatmak için oturdum; ve farkettim ki dün başladı herşey. Doğduğum gün belki. Ya da dünyanın yaratıldığı o hafta. Tanrı'nın hikayesi bu sanırım. Varlığından zerre kuşku duymadığım Tanrı'nın.

Simyacı'yı okudum yeniden. Tesadüfen. Tesadüf diye birşey var mı bu dünyada, ona da emin değilim artık gerçi. Bu kadar çok ve güzel mucizenin bu kadar kısa sürede gerçekleşmesini açıklamaya yetmiyor “tesadüf” kavramı zira. Anlatayım.

Elimdeki sınırsız ve ücretsiz interrail tren kartı sağolsun, istediğim an istediğim trene binebilirdim. Cuma sabahına rezervasyon yaptırdım, Hamburg'a doğru yola çıkmak için. Niyetim Stuttgart'a gitmek ve oradaki “eski bir dostu” ziyaret etmekti. Zamanında İstanbul'da misafirimiz olmuş bir kızı. İyi vakit geçirdiğimiz, aynı yatağı paylaştığımız bir dostum, diyelim. Oradan da Sırbistan'a geçecektim bir şekilde, muhtemelen Bosna üzerinden. Sırbistan'ın ünlü Kopaonik Dağı'nda snowboard eğitmeni olan bir dostumla istediğim kadar snowboard yapacaktım orada; ne konaklamaya ne de gerekli ekipmana falan kuruş ödemeden. Israr etmişti dostum, ben de dünden razıydım. Perşembe gecesi Kopenhag'daki Genç Yeşiller Federasyonu grubu olarak “haydi güle güle dostlar” partisi verirken mailimi kontrol ettim. İki mail üst üste, yan yana, kucak kucağa. Biri Sırbistan'daki dostumdan : “Dudu, dostum, bu sene devlet önceden ve acil para istedi bizden. O yüzden gidemiyoruz dağa. Şubatta gidebileceğim anca, o zaman gel?” Olmaz, olamaz. Okulum var, oyum var, buyum var. Hemen yanında bir mail daha, Stuttgart'lı dostumdan : “Dudu, bunu yazdığım için bağışla beni ama çok kötü bir zaman geçiriyorum ve haftasonu yalnız kalmaya ihtiyacım var. Falan filan.” Nasıl yani, e niye çağırdın o zaman?! Ve bir mail daha, yan yana, kucak kucağa diğerleriyle : “Durukan, Almanya'dan ve Berlin yakınlarından geçersen mutlaka Kesselberg'e git.” Kesselberg? Nedir abi o?

Önce Stuttgarlı'ya baktım, skype'dan canlı bağlandım. Nedir, ne değildir. Biliyorum, biraz “farklı” birisi. Tanıyorum artık az çok. Dedim ki, biletimi aldım, geleyim, bir gece kalayım, gideyim. Zaten iki gece kalacaktım, bir gece kalayım. Olur mu? Olur, güzel olur hem de. Dedi. Peki dedim. Partiye döndüm, dans ettik, şarkı söyledik. Eğlendik. Artık beklentisiz, sarhoş olmadan, kendimi kaybetmeden, saplantılarımla boğuşmadan, saplantılarımın esiri olmadan eğlenebiliyorum sanırım; çünkü her an eğleniyorum kendimle ve hayatla. Dans, şarkı, parti lazım değil. Tadı tuzu biberi yalnızca.

Etraf “işaretlerle” dolu. Güzel ve doğru yönde işaretler. Tabelalar gibi, misal. Hani bir yola çıkarsın da gideceğin yerin tabelasını görürsün arada, doğru yönde olduğunu anlarsın. Öyle.

Esra'yla Hamburg'da ayrılıyoruz. Danimarka'dan Almanya'ya geçen trenin güvertesinde yaptığımız ve birdenbire 4 kişi olduğumuz kar topu savaşının ıslaklığı var hala üzerimizde. Sırıtıyoruz. Doymuşuz, ya da hiç açlık çekmemişiz belki. Esra kendi yoluna Hamburg'da, ben kendi yoluma. Stuttgart treninde boş bulduğum bir kompartmana çöküyorum. Sürekli gülümsediğimden midir, dinginlik ve doygunluğum dışarıdan mavi-pembe-kırmızı-yeşil-beyaz-sarı-hernerenkse bir hale şeklinde gözüktüğünden midir bilmem, arkadaş oluveriyoruz hemencecik oradakilerle. Sohbet, muhabbet. Sadece o an için, yarına ertelemeden, yarın için planlar yapmadan, birbirinin mail adresini ya da telefon numarasını almadan. Ne güzel.
Stuttgart tren istasyonu Telefonum çalışmıyor 2 haftadır, dostuma kompartmanda tanıştığım kızın telefonundan mesaj atmışım “şu saatte oradayım” diye. İçimde kötü bir his var; Stuttgart'a gelmek hata mıydı acaba? Hata diye birşey olmadığını hatırlıyorum sonra. Gitmek istedim, gittim. Bu kadar. Beni istasyonda karşılayan gül yüzlümün ifadesinde ve beni öperken dudaklarını benden kaçırışında iyice emin oluyorum bir “sorun” olduğuna. Bende yok, benden yana yok. Ama var bir sorun. Her neyse. Haftalardır yaptığımız coşkulu ve heyecanlı yazışmalar, konuşmalar o an tuzla buz oluyor. Susuyoruz. Gülümsüyoruz, ama susuyoruz. Peki. Bir konsere gidecek o akşam, sen de gel istersen, diyor. Konser havamda değilim, bilet parası ödemek istemiyorum ve “sorun”la kucak kucağa olmak istemiyorum. “Yok” diyorum, “Bana evinin adresini ve doğrultusunu söyle, ben bulur giderim.” Tamam diyor, ayrılıyoruz. Anahtarı almayı unuttum. Güzel. Devasa çantalarımla adımlıyorum hayatımda ilk defa gördüğüm Stuttgart'ı. Kar yağıyor, herşey o kadar güzel ki. İki kız yanaşıyor yanıma, birinin elinde snowboard. “Neredensin?” diye soruyorlar gülerek. Bu soruyu çok duydum son 2 haftadır, gülümsüyorum. “Nereliyim?” diye onlara soruyorum geri. “Güney Amerika!” diyor biri, gülümsüyorum. İspanya. Portekiz. Fransa. Tamam buldum, İtalya! Gülümsüyorum. Türkiye. Gülümsüyorlar. Bu gülümsemeyi de çok gördüm 2 haftadır; şaşkın bir gülümseme. Gideceğim adresi soruyorum. Bilmiyorlar, birilerini çevirip soruyorlar sokakta. İki polis : “Çok uzak, metroya bin.” Yok diyorum, yürüyeceğim. Sırtımdaki çantalara, matıma bakıyorlar. Gülüyorlar. Çok uzak. Gülümsüyorum, yürüyeceğim, yürümeyi seviyorum. Gösteriyorlar doğrultuyu, başlıyorum yürümeye. Her yer kar. Temiz, saf, dostane. Güzel. Gerçek ve samimi. “Dost acı söyler” kar.

Fotoğraf makinesini bir bank üzerine koyup zamanlamasını ayarlıyorum, çantamla yalpalayarak geçiyorum kameranın önüne. Oldu. Bir adam gülümseyerek geliyor yanıma, çekeyim mi?, diyor. Çek, diyorum. Muhabbet devamında. Arjantinli. DTP'nin kapatılmasını soruyor. “Sorma” diyorum. Muhabbet.

Bir karnaval yerine varıyorum. Eski zaman filmlerindeki gibi. Rüyada mıyım belli değil, ya da biri bana şaka mı yapıyor ne. İnsanların elinde birer bardak, birşeyler içiyorlar. Yanaşıyorum, bira mı o diyorum. Almanya'dayız ya, bira olacak illa. “Glög” diyorlar, ingilizcenin esamesi pek okunmuyor buralarda. Glög, İsveçliler de glög diyor buna, oradan hatırlıyorum. Bir nevi sıcak şarap. Yanaşıyorum standa, bir bardak alıyorum. İlişiyorum sokağın ortasındaki boş masalardan birinin yanına. Birkaç dakika sonra yanımda genç-orta yaşlı bir çift. Muhabbet başlıyor yine, neredensin, nereye gidersin, nedir, ne değildir? Bilmiyorum diyorum, bu gece geldim Stuttgart'a, yarın sabah ayrılacağım. “Nereye?” diyorlar, “Bilmiyorum” diyorum gülümseyerek. “Bu gece ya da yarın sabah karar vereceğim.” Gurur mu desem, sevinç mi desem, imrenme mi desem; genç kadının gözleri ışıl ışıl bakıyor. “Kıskanmıyorum seni, hayır kıskanmıyorum!” diye patlatıyor kahkahayı. O gece sen de on, ben diyeyim yirmi kişiyle daha tanışıyor, kaynaşıyorum yine. Anlık ve ama sanki kırk yıllık dostmuşçasına yapılan muhabbetler orada ve o an bitiyor. En güzeli. Sonuna kadar paylaşılıyor o an, belirsiz geleceklere herhangi bir yük bırakmadan.

Ev uzakta epey, ben de eğlene eğlene, acelesiz gitmişim. “Ya benden önce eve varır da kapıda kalırsam?” diye düşünüyorum. Bir parkın içinden geçiyorum o sırada, “Tamam” diyorum, “En kötü buraya çadır atıveririm.” En kötüye bak! Yeme de yanında yat.

Adresi ve evi buluyorum kolayca, kapısında beklemeye başlıyorum. Yarım saat kadar sonra, ben artık soğuktan ayaklarımı yere vurmaya başladığımda beliriyor bizimki. Beni görünce yüzünde bir gülümseme. “Zor” durumlar tüm buzları kırar ya, o cinsten. Hani normalde aradaki mesafeyi indirmeniz için en az bir iki hafta gerekir ama örneğin başınıza ufakan bir kaza gelirse birbirinizin yardımına koşuverir, kaynaşıverirsiniz. Onun gib birşey işte.

Yukarı çıkıyoruz. Gece yarısını geçmiş saat, çay koyuyoruz, muhabbete başlıyoruz. Anlatıyor dinliyorum; anlatıyorum dinliyor. Kanepede yatacağım muhtemelen, birisine sarılarak uyumak geliyor içimden ama farketmez; hiç dert değil. “Yatakta yatabilirsin istersen” diyor bir ara, “Üstüm başım pasak, çarşafını şey etmeyeyim?” diyorum gülerek.. Sırıtıyor, sarılıp uyuyoruz yatakta.

Sabah oluyor, gara gitmem lazım bir an önce. Geceden internete girmiş, Kesselberg denen yerin adresini almış, web sitesinde yazan tarifi de tercüme ettirmişim. Sabah o sıcacık yataktan çıkasım gelmiyor bir türlü. “Aman” diyorum, “Geç giderim, geceye kalırım, ne olacak?” Bizimkinde hala bir tedirginlik, şaşırmış değilim. Zamana ihtiyacı var belli ki, hepimizin olduğu gibi bazen. “Kendine iyi davran” diyor, gülümseyip gidiyorum. En güzeli.

İstikamet Berlin. Kompartmanda yalnızım bu sefer. Yayılıyorum, haritamı ve not defterimi çıkartıyorum. Orta yaşlı bir kadın giriyor içeri. Muhabbet başlıyor yine, eko-köy diyorum, kadın eko-köy meraklısı çıkıyor. Bir sürü adres ve isim veriyor, dolduruyorum not defterimi. Diyorum ki kendi kendime, “Evet abi', budur. İste, senin de olur.” Artık mucizelere şaşırmaktan vazgeçtim. Bu aralar çok mu mucize geliyor başıma, yoksa ben mi aslında her zaman yaşanan mucizeleri görmeye başladım birdenbire, bilmiyorum. Önemi de yok zaten; Ali Veli, Veli Ali.

Berlin tren istasyonu kocaman bir yer. Kocamandan kastım, mesela Akmerkez'i düşünün; ondan da büyük. 4-5 katlı falan, gerçekten kocaman. Gideceğim yere ilk treni soruyorum, sora sora Bağdat bulunuyor gerçekten de. Erkner, kasabanın ismi. Kafamda gideceğim yerin haritası kazılı. İniyorum trenden, başlıyorum güneye yürümeye. Güney, güney-batı. Erkner'in çıkışında Fırat Kebap'ı görüyorum, dalıyorum içeri. “Are you Turkish?” “Turkish? Yes”. “Merhabalar abi.” Muhabbet. Hayatımda yediğim en güzel, en doyurucu, en şahane döner; İstanbul'dakilerle alakası yok. Fiyatı da ucuz. Yürümeye devam. Kasaba bitiyor, ormanlık yolun ortasında, zifiri karanlık. Ay da yok henüz; “Yeni ay” dedikleri evrede. Yürüyorum da yürüyorum biri sırtımda, biri göğsümde iki çantayla. Yanımdan bir bisikletli geçiyor, duruyor çantalarımı görünce. “Kesselberg'e mi gidiyorsun?” Evet, diyorum. Gülümsüyor. “Gelebilirim di' mi, uygun mu?”. Şaşırıyor adam, soru belli ki anlamsız. “Tabi ki” diyor. Neden şaşırdığını anlayacağım daha sonra, Kesselberg'e vardığımda.

Yürüdükçe yürüyorum, yürüdükçe yürüyorum. 1,5 saat sonra ormanın içine giren yolu görüyorum : Tamamdır, bu yol olmalı. Birkaç yüz metre sonra “Hoşgeldiniz” yazısın görüyorum tahtadan bir kapının üzerine iliştirilmiş metal levhaya yazılmış gülümseten bir ifadeyle. “Dikkat kedi!” de yazıyor, ya da ona benzer bi'şey. Tamamdır, mizah da var.Biraz daha yürüyorum, iki tarafımda ufak kamyonlar, karavanlar, terkedilmiş gibi duran kamyon-karavan-konteynır karışımları. Biraz daha yürüyorum, solumdaki ahşap evlerden birinde bir hareket var. Yanında çoçuğuyla dışarı çıkan kadına “Merhaba” diyorum, “Ben yeni geldim”. Kadın şaşkın, burada izin istemek, kalabilir miyim demek, nerede yatabilirim falan demek anlamsız belli ki. “Dur” diyor, çocuğuna almanca muhtemelen “Sen mi gezdireceksin, ben mi gezdireyim?” diyor. “Sen” diyor çocuk. Sanırım.

Ufak bir tur Kesselberg'de. Bir sokak düşünün ormanın ortasında, yüz metre uzunluğunda olsun en fazla. İki yanında irili ufaklı evler. “Şu” diyor, “Misafir evlerimizden biri”, “Şu tahta atölyesi, bu da metal atölyesi.” Şu açıklığı yazın mutfak ve toplaşma alanı olarak kullanıyoruz. Bu bina da misafirler için, boş bulduğun yere yerleş. İstediğin gibi, kimseye bir şey sormana gerek yok. Tuvalet her yer (eliyle ormanı gösteriyor), nasıl canın isterse. Haydi bana eyvallah. Gülümser, samimi, doğal.

Beni getirdiği oda bir nevi “misafir odası”. Bu satırları yazarken oturduğum oda. O an gözüme bir filmden çıkmış gibi görünüyor oda, hala da öyle ya gözümde... Bir köşede odun sobası-ocak; birkaç koltuk ve kanepe, etrafta kitaplar, filmler. Sarma sigara tüttüren, çay-kahve içen, muhabbet eden insanlar. Çoğu alman, fransızı, isviçrelisi falan da karışmış araya. “Merhaba arkadaşlar, benim adım Durukan; sizinki ne acaba?” girişi yapılacak son yer; böylesi bir girişi nerede yaparsın ki zaten. Dinginliğim ve doygunluğum had safhada; başımla selamlıyorum usulca göz göze geldiklerimi. Gençlerden biri, bir fransız ilgi gösteriyor, yatacak yeri falan gösteriyor. Bir süre sonra uyumaya gidiyorum, buz gibi bir odada, tahtadan yapılma (el yapımı olduğu fazla belli) orta halli bir odada. Yanlış uyku tulumunu almışım arkadaşımdan, dandik yaz tulumu bu. Belli ki donacağım; dışarısı eksi 14'ü gösteriyor zaten. Oda da daha sıcak değil. Üşümekten uyanarak geçirdiğim bir gecenin ardından, uyanıyorum. Kesselberg'de.

(Şimdi Prag'dayım, yazmaya oldukça nezih bir restoranda, bir elimde Pilsner Urquel'le devam ediyorum. Pilsner Urquel Çekya'daki en iyi biralardan biri, restoran da nezih, ama bira yalnızca 4 lira. Bira-Çekya. Çekya-Bira. Evet)

Kesselberg'de hayat çok farklı. Çok doğal. Her anlamda. Yanlış veya en azından yanlış gibi gözüken birşey yaparsan kimse gelip “Belki de şöyle yapmalısın, ha, ne dersin?” demiyor kırıcı bir nezaketle. Onun yerine “Böyle yapma, olmaz. Şöyle yap” diyor. Daha beter kırıcı sanki, di' mi? Hayır. Herşey o kadar doğal ve doğrudan ki, kırılsan da geçiyor birkaç saat sonra. Kalbinin kırılması, ufak bir çatlaktan çok daha iyi her zaman için. Çatlağın çaresi yok, onunla yaşamak zorundasın. Kırılmışı tamir etmek daha kolay, kırandan hesap sormak daha kolay, “bir daha kırma, yoksa ben de seninkini paramparça ederim” diye samimi bir tehditte bulunmak daha kolay. Nezaket bir yetenek, batılıysan veya batıda eğitim gördüysen tamam, ama diğer türlü başa çıkması çok zor. Samimiyet ise doğal, herkeste var. Daha adil o yüzden.

Kesselberg'de 6 gün geçirdim sanırım. Sanırım diyorum çünkü zaman kavramı yok burada. Uyanıyor, kasabadaki süpermarketin (birtakım saçma “hijyen” kuralları yüzünden) çöpe attığı güzelim yemeklerden bir kahvaltı yapıyor, kahveni yudumluyorsun. Çıkıyor dışarı, biraz odun taşıyor, testereliyor, baltalıyorsun.Alıyorsun eline kitabını. Okuyorsun. Acelesiz. Ormanda dolaşıyor, etrafı kolaçan ediyor, işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya çalışıyorsun. Benim için aynı zamanda bir “saha çalışması” anlamına da geliyor Kesselberg; üniversitedeki “Doğal kaynakların sürdürülebilir kullanımı stratejileri” dersi için yazmam gereken ödev-projenin konusu da olacak zira.

Beni görseniz Kesselberg'de, tanıyamazsınız belki de. Alabildiğine sessizim, az konuşan, çok dinleyen. Az gösteren, çok izleyen. Yavaş hareketler, dinginlik, huzur. İnsanlarla ilişkilerime de yansıyor bu. Kimseyle muhabbete girişmeye çalışmıyorum durup dururken, bana sorulan sorular ve sohbet başlatma çabalarını ölçüsünde bir tevazu ve dinginlikle cevaplıyorum. Görseniz, şaşırırsınız. “Dudu, ne oldu sana yavrum?” dersiniz gülümseyerek. Cevaben gülümserim ben de. “Hiç” derim, “müziği duyuyorum her daim kulağımda artık sadece.” Konuşmaya gerek yok artık pek. Müzik, bakışlar, çamların ateşteki çıtırtısı, benzersiz iş kokusu, blues'un içini dışarı taşıran tınısı, mutluluğun hükmü. O kadar.

Kesselberg'deki haftamı anlatmak istiyorum uzun uzun, ama anlattıkça anlamını kaybedecek; onu da biliyorum. 21 aralık gecesi “en uzun gece” muhabbetine yakılan devasa ateş, yemekle doldurulan kazanlar, “dance hall” denen binada eline aldığın enstrümanla yaptığın müzik, sonsuz muhabbetler, tahta ve metal atölyesini sonuna kadar keşfetmek için yapılan planlar. Soğuk. Kar. El yapımı saunada geçirdiğin dakikalar, ardından altına girdiğin buz gibi duş. Üçüncü geceden itibaren üzerinde uyuduğun sıcacık odun fırını. Hepsi gerçek hem de, hepsi o an. Hepsi gerçek, gerçek olamayacak kadar güzel; ve Tanrı'ya şükürler olsun ki, gerçek.

Mucizeler peşimi bırakmıyor. Fena halde nargile içmek istediğim günlerden birinde, geniş misafir odasının 50'lerden fırlamış atmosferinde otururken konu birden nargileden açılıyor. O ana kadar pek de konuşmadığımız, sert görünümlü Alman başlıyor konuşmaya. “Aa evet, Dresden'de çok güzel nargile kafeler var. Nargile bedava, çaya para veriyorsun bir tek. O da çok ucuz zaten.” Dalga mı geçiyorsun benle? “Peki Dresden ne tarafta? Prag'a yakın mı?” Evet, hatta Prag'a giderken Dresden'den geçmek zorundasın mecburen. Evet, birileri benle dalga geçiyor olmalı. Adresler veriliyor, internette harita üzerinden gösteriliyor. Gece konaklayabileceğim adresler de veriliyor, hatta çocuk “Ben de orada olacağım birkaç günlüğüne, ara, bizim evde kalırsın” diyor. Sonradan vaz geçeceğim Dresden'e gitmekten ama olsun, evet, bariz. Mucizeler peşimi bırakmıyor.

Gülümsüyorum. Dünya da bana gülümsüyor. Herşey yolunda gidiyor. Yol yol olmaktan çıkıyor. Yaşamın ta kendisi oluyor. Yol ve yaşam kesişiyor. Tek oluyor, bir bütün oluyor. Olması gerektiği gibi aynı.

Eskiden özleyemezdim. Kimseyi, hiçbir şeyi. “Birşeyi özlemek demek o an içinde bulunduğun yer ve zamandan yeterince keyif almamak demek”, derdim. Haklıydım. Şimdi hem içinde bulunduğum an ve mekandan sonuna kadar keyiflenip, hem de sizleri özleyebiliyorum.

Sanırım herşey yolunda gidiyor.